55 yıllık yaşantımın yaklaşık 20 yılı öğrencilik, 25 yılı da öğretmenlik hayatı içinde geçen bir eğitimci olarak eğitim hayatımızdaki sorunlardan en önemlisinin –çok azı müstesna- yalnız vermek üzerine kurulmuş tek yönlü bir yapının hâkim olmasıdır. Matematik alanında yaptığım araştırmalar ve yaşadıklarımı tekrar gözden geçirdiğimde bu tek yönlü etkileşimin eğitimimize çok zarar verdiğini düşünüyorum.
Aslında bir çok eğitimci ve büyük çocukları ve gençleri eğitirken , öğretirken kendisi de –farkında olalım veya olmayalım– bir gelişim ve değişim yaşamıştır.Bu gelişimin farkında olanlar bundan pozitif şekilde yararlanmış, tecrübelerine yeni tecrübeler katmıştır.Fakat bu gelişimin farkında olmayanlar ise bu gelişimi es geçtiği için hem kendine hem de gençlere önemli zararlar vermiştir.Değişen ve gelişen dünyada okullardan mezun oldukları bilgilere yeni bilgiler katmamanın yerinde sayma değil geriye gitmek olduğunun farkına varamamışlardır.
Şöyle 20-30-40 yıl öncesini düşünün bir çok şeyin hızla değiştiğini rahatlıkla göreceksiniz. Hayatımızın bir çok alanında bu değişimin aksine eğitime bakış açımızda çok önemli bir değişiklik göze çarpmamaktadır.
Öğrencilik hayatımızda en çok şikayet ettiğimiz şey yazılılarda beklediğimiz not gelmediğinde yaptığımız itirazların anlayışla karşılanmayıp itiraz eden öğrencilerin çoğunlukla öğretmenleri tarafından sözlü yapmak gibi çeşitli şekilde tehdit edilmesine şahit olduk. Bazılarımız yaptığımız işlemin ve sonucunun doğru olduğunu ama bu cevaplara hiç not verilmediğini söylediğimizde öğretmenlerin ”Problemi benim gösterdiğim gibi çözmemişsin onun için not vermedim.” diye azarlandık.
Eğer itirazlar dikkate alınmış olup problemin çözümünün anlatılmasına fırsat tanınsaydı iki durum ortaya çıkabilirdi. Birincisi öğrenci problemi hakikaten yanlış çözmüş olduğuna ikna olurdu.Yanlışının farkına vardığı için de itirazı ortadan kalkardı.
İkinci bir durumda belki öğrenci problemi farklı bir yoldan çözmüş olurdu. Bu durumda da öğretmen öğrencisinden özür diler, problemin çözümünü tahtada arkadaşlarına da anlatmasını isteyebilir; bu sayede hem öğrencisinin emeğinin karşılığını almasını sağlamış hem de matematikte öğrencisinin bulduğu yeni çözüm yolunu kendi bilgi hazinesine katmış olurdu.
Belki de öğrencisini ve diğer öğrencileri farklı düşünmeye teşvik etmek için azda olsa puan arttırarak öğrencilerin gelişimini teşvik etmiş olurdu. Fakat ”Öğretmenler ve büyükler her zaman her şeyin en iyisini bilir.” saplantısının sonucunda bu fırsatları kaçırarak hem öğrencileri küstürdük hem de ”Belki de yeni doğmakta olan genç beyinleri işin başında yaşama şansı vermeyerek” öldürmüş olduk.
Her şeye rağmen kendi imkânlarıyla ayakta kalanlara gerekli ilgiyi göstermediğimiz için gelişmiş ülkelere kaptırdık. Ülkemizin bu değerleri dış ülkelerde önemli projelere imza attığında da –sanki ilgisizlikten onların yurt dışına gitmelerine yol açtığımızı görmemezlikten gelerek– onları fark ederek ”beyin göçü”nden şikâyetçi olduk. Aslında bir çoğu yurt dışına gitmeseydi yeterli ilgi ve fırsat tanınmasaydı farklarına varmayıp onların kayboluşlarına seyirci kalacaktık.
Yıllar geçtikçe bu vurdumduymazlık ve ihmallerin acısını yaşıyoruz. Yetiştirdiğimiz bir çok öğrenci üretkenlikten uzak –bir torna tezgahından çıkmış gibi– tek tip insanlar haline geldi.
Cep telefonlarımızı altı ayda, arabalarımızı iki yılda bir yenilerken eğitim ve öğretimde bir çoğu babam veya dedem zamanından kalan yöntem ve tekniklere sıkı sıkıya sarıldık; dünya nereye gidiyor artık bunları da yenilememiz lazım mı diye soru sormayı akıl etmedik, problemleri görmezlikten gelerek günü kurtarmayı düşündük.
”Matematikle Barışıyorum” kitabımın ilk baskısının çıktığı 2004 Haziranında üst kademede görevli bir devlet büyüğümüz ”Hocam, devlet okulları mı yoksa özel okullar mı daha iyi?” diye sordu. Ben de spor diliyle dünya ölçeğinde üçüncü kümedeyiz. Üçüncü kümede ha birinci ha beşinciyiz ama süper ligde yokuz. Hatta görünürde böyle bir hedefimiz de yok.” dedim. Yanlış mı düşünüyorum, var da benim mi haberim yok acaba?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder